foto1 foto2 foto3 foto4 foto5


+090 542 356 XX XX
irayerbaa@live.com
İrfan Aydın

Erbaalı İrfan Aydın Web Sitesi....

Mes´ul olduğun şeyle meşgul ol...

Multithumb found errors on this page:

There was a problem loading image http://www.farukinet.com/m12.gif
There was a problem loading image http://www.farukinet.com/m12.gif

Yüreği Sevgi Dolu Bir Davetci

Bir Gönül Mücâhidi:

ABDULLAH FARUKİ el-MÜCEDDİDİ

(Rahmetullâhi Aleyh)
m12.gif



Bakara Sûresinin 151. Âyetinin Ledünnî Tefsiri

Kitap, Hikmet ve Gizli İlimleri

    Elhamdülilâhi Rabbi'l-Âlemîn. Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ Rasûlinâ Muhammedin ve alâ âli Seyyidinâ Muhammedin eshâbihî ve ezvâcihî ve evlâdihî ve etbâihî ve ehl-i beytihî ve ümmehâtihî ve ebîhi bi-adedi külli şey'in fi'd-dünyâ ve'l-âhireti ve kezâlik. Ve'l-hamdü lillâhi Rabbi'l-Âlemîn.
    Biz bu yazımızda Bakara Sûresi 151. âyet-i kerîmenin ledünnî tefsîrini yapacağız. Cenâb-ı Hak Bakara sûresi 151. âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır: 
    "Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab'ı ve Hikmeti tâlim edip, bilmediklerinizi size öğreten bir Resûl gönderdik." (1)
    Bu âyet-i kerîmede üç temel kavram karşımıza çıkmaktadır:
&nbsp   1- Kitâb,
    2- Hikmet,
    3-"Bilmedikleriniz" 
tabiriyle anlatılan "gizli ilimler."
    "Kitâb" açıkça bilindiği üzere Kur'ân-ı Kerîm'dir. "Kitâb"ın, "Kur'ân-ı Mübîn" anlamına geldiğini belirten bir çok âyet-i kerîme mevcuttur. Dolayısıyla "Kitab"dan murad "Kur'ân-ı Hakîm"dir.

HİKMET ve SÜNNET

    "Hikmet" ise geniş anlamları olan bir kelimedir. Bize göre bu âyet-i kerîmedeki "Hikmet", "Sünnet" anlamına gelir. Kur'ân-ı Hakîm'de "Hikmet", Lokman Sûresi 12. âyetinde olduğu gibi "İlhama dayalı güzel söz" mânâsına da gelir. Kamer Sûresi 5. âyetinde olduğu gibi bazı yerlerde de "Kıyametle ilgili haberler" anlamında kullanılmıştır. Birkaç âyet-i kerîmede ise; "diğer peygamberlere âit sünnetler, onlara verilen lütuf ve ihsanlar" anlamında kullanılmıştır.
    Tefsîrini yaptığımız Bakara Sûresi 151. âyette ise "Sünnet" anlamındadır. Şimdi Bakara 151. âyette yer alan "Hikmet" kavramını açıklayalım:
    "Hikmet"in Kur'ân-ı Hakîm'de "Sünnet" anlamında kullanıldığı âyet-i kerîmelerden biri de İsrâ Sûresinin 39. âyetidir. Bu âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadır:
    "İşte bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdir." (2)
    Bu âyetin öncesine baktığımızda Resûlullah (s.a.v)'in ahlâk-ı hamîdesinin unsurlarından bahsedildiğini görüyoruz. Ana-babaya iyi davranmak, akrabaya, yolcuya, yoksula yardım etmek, israftan kaçınmak, eli sıkı olmamak, geçim endişesiyle çocukların canına kıymamak, zinâdan uzak durmak, haklı bir sebep olmadıkça cana kıymamak, yetîmin malına göz dikmemek, verdiği sözü yerine getirmek, ölçü-tartıda hile yapmamak gibi hususları Allah Teâlâ; "İşte bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdir." şeklinde tavsif buyuruyor. 
    Bunlara baktığımızda, hepsinin Resûl-i Ekrem (s.a.v)'in sünnetleri olduğunu görüyoruz. Bunlar aynı zamanda yapılması farz olan davranışlardır. Bu âyetlerdeki emirler her ne kadar, Peygamber Efendimiz'e ise de asıl bu emirler sahâbe ve ümmetedir. Yani nüzûlü Resûlullah'a, şümûlü ümmetedir. Bunlar hep Resûl-i Kibriyâ'nın ahlâklarıdır. Bize de bu ahlâklarla ahlâklanmamız emrediliyor. Bizim bu âyetin tefsîrinde özellikle üzerinde durmak istediğimiz konu; "sünnet anlayışı"dır.
    Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde; "Bana Kur'ân ve onunla beraber onun gibisi (sünnet) verildi. Yakında karnı tok, koltuğuna yaslanmış birisi; "Size Kur'ân yeter. Onda neyi helâl buluyorsanız onu kabûl edin. Neyi haram buluyorsanız onu da haram bilin" diyecek. Şunu iyi bilin ki Allah Resûlü'nün haram kıldığı da Allah'ın haram kıldığı gibidir." (3)
    Hem Kur'ân'ın hem de sünnetin bu hadîsten anlaşıldığı üzere kaynağı vahiydir. Kaynağı vahiy oluşu itibariyle Kur'ân'a uymak nasıl farz ise, Hz. Peygamber'in sünnetine uymak da farzdır. Öncelikle şunu belirtmek isteriz ki Efendimiz (s.a.v) bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuştur: "Benim sözlerim de Kurân gibidir." (4)
    Resûl-i Kibriyâ'nın sözleri belâgat, fesâhat ve îcâz bakımından ve daha bir çok yönden tıpkı Kur'ân gibidir. Meselâ Kur'ân-ı Kerîm'de Rûm Sûresi'nde, Rumların galip geleceğinin bildirilip de gerçekleşmesi gibi Allah Resûlü (s.a.v)'in de İstanbul'un fethine dair hadîsi vardır. 
    Kur'ân-ı Hakîm'de bir mûsıkî ve âhenk olduğu gibi, bu mûsıkî ve âhenk, hadîs-i şerîflerde de söz konusudur. Kur'ân-ı Mecid'de nasıl ki az kelimeyle çok derin mânâlar ifâde edilmiş ise hadîslerde de böyledir.
    Bununla beraber nasıl ki Kur'ân âyetleri hüküm bildiriyorsa, hadîs-i şerîflerin bir kısmı da hüküm koymaktadır. Aslında Kur'ân-ı Mecid'deki bütün âyetler farz mesâbesinde hükümler koymaz. Âyet-i kerîmelerden bir kısmı farz, bir kısmı vacib, bir kısmı da sünnet (nafile) niteliğinde hükümler koyar. Meselâ; Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerîm'de "Namaz kılın, zekât verin", "Haccedin" buyuruyor. Bunlar kesin emirler olup, delili ve sübûtu kat'î (kesin) olduğu için farzdır.
    Lâkin, kurban kesmek hakkında âyet-i kerîme;
    "Şimdi sen Rabbine kulluk et ve kurban kes." (5) olduğu hâlde, delil veya sübût yönünden birisi eksik olduğu için emir olduğu halde farz değil, ümmete "vâcib"dir. Kurban Hanefîlere göre vacib, Şâfiîlere göre ise "sünnet"tir. Yine Kur'ân-ı Azîmüşşân'da Cenâb-ı Allah (c.c) şöyle buyuruyor:"Mescitlere girdiğinizde güzel (temiz) elbiseler giyin."(6) 
    Bu âyet de sünnet mesâbesindedir. Eğer bu âyet sünnet mesâbesinde olmasaydı hiç kimse iş elbisesiyle namaz kılamazdı. Bu âyetlerden de anlıyoruz ki Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan âyetlerin hepsi farz derecesinde değildir. Bazısı farz, bazısı vâcib, bazısı da sünnet (nafile)'dir.
    İşte Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (s.a.v)'in sünnetleri bu yönden de tıpkı Kur'ân-ı Hakîm gibidir. Sünnetler sadece yapıldığında sevap kazanılan, terk edildiğinde günah olmayan davranışlar değildir. Sünnetlerin tıpkı Kur'ân'da olduğu gibi bir kısmı "farz", bir kısmı "vâcib, bir kısmı ise "nafile" derecesindedir. 
    Bu bölümün daha iyi anlaşılabilmesi için örneklerle îzâh edelim. Zîrâ biz Resûl-i Kibriyâ'ya, aldığımız hava gibi hatta ondan daha ziyâde her ânımızda ve her ibâdetimizde muhtâcız.
    Bilindiği üzere namaz kılmakla ilgili birçok âyet-i kerîme vardır. Kur'ân-ı Kerîm'deki "Salât" kelimesi sadece namaz anlamına gelmez. Aslında "salât" kelimesinin Türkçe karşılığı "duâ ve senâ"dır. Fakat "Salât"ın "Namaz" anlamına geldiğini Resûl-i Kibriyâ'dan öğreniyoruz. Eğer biz Resûlullah Efendimiz'in namaz içinde yaptığı farz ve vâcib mesâbesindeki sünnetleri kaldırırsak sadece "duâ" kalır. Halbuki Resûlullah Efendimiz'in hadîs-i şerîflerinden anlamaktayız ki; Cebrâil (a.s) bizzat Kâbe'de Efendimiz (s.a.v)'e gelerek namazı târif ve tâlim etmiştir. Efendimiz (s.a.v) de kendisine tarif edilen şekilde namazı kılmıştır. Cebrâil (a.s)'ın getirip târîf ettiği namazın kılınış şekilleri bir vahiy neticesidir. (7) 
    Resûlullah Efendimiz bir bedevîyi namaz kılarken gördü. Bedevînin yanlış namaz kıldığını gören Peygamber Efendimiz (s.a.v), namazını bitirdikten sonra bedeviye; "Olmadı" dedi. Bedevî tekrar namaz kıldı. Allah Resûlü; "Olmadı" deyince, bedevî tekrar kıldı, Allah Resûlü yine "Olmadı" deyince, bedevî; "Ya Resûlallah! Bu kadar biliyorum, o hâlde bana namazı nasıl kılacağımı târif et de öyle kılayım" dedi. O zaman Allah Resûlü şöyle buyurdu: 
    "Namaz kılarken beni nasıl gördüyseniz, öylece kılınız." (8)
    Resûl-i Ekrem (s.a.v) bu hadîsiyle de namazın sadece "duâ" mânâsına gelmediğini, fiilî tatbikatının gerektiğini bildirmektedir.
    Namaz nasıl âyetle farz ise, namazın farzları olan kıyam, kıraât, rükû ve sücûd hakkında da âyet-i kerîmeler vardır. Ancak bu âyetler kıyâmın, kırâatın, secdenin nasıl yapılacağını bize bildirmemektedir. Biz bu farzların nasıl yapılacağını sadece Resûl-i Kibriyâ'nın hayat-ı şahanesinden ve dolayısıyla sünnetlerinden öğrenebiliriz. Bir kimse kıyâmı Allah Resûlü'nün yaptığı gibi yapmazsa, secdeyi o'nun târif ettiği minval üzere gerçekleştirmezse farzı yapmış olmaz. Dolayısıyla da namaz sahih olmaz.
    İşte namazdaki farzların Allah ve Resûlü'nün târif ettiği gibi yapılması da "farz"dır. Eğer kişi; "Resûl-i Kibriyâ'nın sünnetleri yapılmasa da olur" derse îman dairesinden çıkar. Burada namaz ile ilgili sünnetler; farz, vâcip ve nafile gibi şekiller alır. İmâm Şâfiî Hazretleri, Necm Sûresi 3-4.; 
    "O hevâsından konuşmaz. O'nun konuştuğu ancak vahiydir." âyet-i kerîmelerini kaynak göstererek, sünnetlerin de tıpkı Kur'ân gibi vahiyle geldiğini söylemiştir. Bu durumda sünnetlerin de kaynağının vahiy olduğu âşikârdır. Nitekim Resûlullah (s.a.v) bir hadîs-i şerîflerinde; 
    "Ben yedi âzâ üzerine secde etmekle emr olundum." buyurmaktadır.
    Hadîs-i şerîfte kasd edilen âzâlar şunlardır:
    1- Baş: Alnın yere değmesidir ki; farzdır, 
    2- Burun: Burnun yere değmesidir ki; vâcibdir,
    3- Eller: İki elin yere değmesidir ki; sünnettir,
    4- Dizler: İki dizin yere değmesidir ki; sünnettir,
    5- Ayaklar: Bir ayağın üç parmağının kıbleye doğru kıvrılmasıdır ki; bu da farzdır.

    Hadîs-i şerîfte geçen yedi âzâ (1 baş, 1 burun, 2 el, 2 diz ve 2 ayaktaki üç parmak)'nın secdesi bu şekilde gerçekleşmiş olur. İşte namazda yapılması gereken bu hükümleri bırakan Resûlullah (s.a.v)'dir.
    Dikkat edilecek olunursa; daha önce verilen Necm Sûresi 3-4. âyetler ile bu hadîs-i şerîfte geçen "Emrolundum" ifadesi birbiriyle bağlantılı olup Resûlullah (s.a.v)'in koyduğu hükümlerin hevâsı ile değil ancak vahiy ile konulduğu anlaşılmış olur.
    Sünnetlerin farz mesâbesinde oluşu sadece namaz için değil hac, zekât gibi farz olan diğer ibâdetler için de geçerlidir. Zîrâ Allah Teâlâ'nın bu emirleri çerçeve şeklindedir. Bu ibâdetlerin nasıl yapılacağını biz Habîb-i Müctebâ'dan öğreniyoruz. Nasıl ki o ibâdet farzsa, yapılış şekli de farzdır. Bir kimse Allah'ın emirlerini Efendimiz'in târifi dışında yaparsa kendi kafasına göre bir icad yapmış olur. Bu da bid'attır. Bid'at da insanı ateşe götürür. 
    Yine zekât da âyetle sabittir ve farzdır. Ama zekâtın hangi mallardan ne kadar verileceği Kur'ân-ı Kerîm'de bildirilmemektedir. Biz bunu da Resûlallah Efendimiz'den öğreniyoruz. Burada da Allah Resûlü'nün bu sünnetleri farz derecesindedir. Zîrâ bu sünnetlere uyulmazsa verilen zekât geçerli değildir.
    Yine Kur'ân-ı Kerîm'de Cenâb-ı Hak; "Hırsızın elini kesin" (9) buyuruyor. Ancak Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîmede hükmün teferruâtına girmemiş, kesin hüküm koymuştur. Yani hırsızın elinin neye göre, ne şekilde, nereden ve nasıl kesileceğine dair hükümleri Resûlullah (s.a.v) belirlemiştir.
    Hac da âyetle sabittir. Ama haccın nasıl yapılacağını Cenâb-ı Hak tafsilatlı bir şekilde Kur'ân'da bildirmemiştir. Lâkin Resûlullah (s.a.v) Efendimiz; 
    "Hac menasiklerini benden alınız." "Hac, arefedir." (10) buyurarak, Arafat'ta vakfenin farz olduğu hükmünü koymuştur. Ayrıca Beytullah'ı yedi şavt ile tavafın Arafat'ta vakfeden sonra Haccın ikinci farzı olduğunu ve niyetle ihramın da Haccın üçüncü farzı olduğunu hüküm olarak Resûlullah (s.a.v) Efendimiz koymuştur. Bu sünnetler de yine farz derecesindedir. Allah Resûlü'ne tâbî olmadan bir kimsenin hac yapması mümkün değildir. Artık buradaki sünnetler sadece yapılırsa sevap alınıp, yapılmazsa günah olmayacak ibâdetler değil, yapılması zarûrî farzlardır.
    Hatta Server-i Kâinat bazı yerlerde Kur'ân'da olmadığı hâlde hüküm dahi koymuştur. Meselâ; hakkında âyet olmadığı halde bizzat kendisi hüküm koyarak "Mut'a nikahı"nı nehyetmiştir. Bir kimse burada Resûlullah'a tâbî olmazsa günah işlemiş olur. Bu nehyi inkâr ederse, yani, Resûlullah'a uymasam da olur, o da nihâyet bir beşer idi, diye düşünürse kâfir olur. 
    Allah Resûlü'nün bizzat hüküm koyduğuna dair en güzel örnek sahâbeden İmran b. Husayn'ın başından geçen şu hâdisedir:
    Sahâbeden İmran b. Husayn insanlar arasında oturmuş hadîs naklediyordu. İçlerinden bir adam: 
    "Ey Ebû Nüceyd! Bazı hadîsler anlatıyorsunuz ki biz onların aslını Kur'ân'da bulamıyoruz." dedi. Buna son derece kızan Hz. İmran ona; 
    "Sen Kur'ân okudun mu?" dedi. O da; "Evet" dedi. 
    "Yatsı namazını dört, akşam namazını üç, sabahı iki, öğleyi ve ikindiyi dört rekât olarak buldun mu?" deyince "Hayır" dedi. 
    "Bunları nereden aldınız! Bunları bizden almıyor musunuz? Koyunun zekâtının kırkta bir, deveninkinin şöyle, paranınkinin böyle olacağını Kur'ân'da buldunuz mu? Hayır, bunları nereden aldınız? Siz bizden; biz Nebî'den almadık mı? Kur'ân'da "Eski ev Kâbe'yi tavaf etsinler." emri var. "Beytullah'ı yedi kez tavaf edin." "Makam-ı İbrâhîm'de iki rekât namaz kılın." açıklamalarını Kur'ân'da buldunuz mu? "Ticaret malını bir yerde biriktirerek aldatmayın, zekât malını memurdan kaçırmayın." nehiylerini Kur'ân'da buldunuz mu? Bunları Resûlullah getirmedi mi? Allah Teâlâ'nın Kur'ân'da; "Resûlün getirdiği şeyi alınız, yasakladıklarından da kaçınınız" (11) buyurduğunu duymadın mı? Sizin bilmediğiniz bir çok şeyi biz Resûlullah'tan aldık. Rivâyet ettiğimiz hadîslere uyunuz. Aksi hâlde saparsınız." demiştir.
    Ayrıca sünnetlerin bir kısmı da vâcib derecesindedir. Meselâ; Cenâb-ı Allah Kevser Sûresi'nde "Kurbanı kes!" buyuruyor. Bilindiği üzere kurban kesmek bir anlayışa göre vacip, bir anlayışa göre sünnettir. Fakat yine Allah Teâlâ Kur'ân-ı Hakîm'de kurbanın hangi hayvanlardan ve nasıl kesileceğinden bahsetmemiştir. Bize bunu bizzat Efendimiz (s.a.v) sünnetleriyle göstermiştir. Bir kimsenin kurbanı Resûlullah (s.a.v) Efendimiz'in belirttiği hayvanlardan o'nun târif ettiği şekilde kesmesi vâcibdir. Yani burada sünnet vâcip mesâbesindedir.
    Hacda kesilen kurban bir görüşe göre vacip, bir görüşe göre sünnettir. Burada Resûlullah Efendimiz (s.a.v)'in sünnetinden hem vâcib hem de sünnet çıkmıştır.
    Bir de nafile derecesinde sünnetler vardır. Örneğin; misvak kullanmak, tırnak kesmek ve güzel koku sürünmek..... gibi.
    Kur'ân-ı Kerîm'deki "Hikmet" kavramının sünnet demek olduğunu İmâm Şâfiî, İmâm Suyûtî, Beyhakî, İmâm Gazâlî gibi daha bir çok müçtehit âlimler kabul ederek nice nice sünnetle ilgili eserler yazmışlardır. İmâm Şâfiî Risâle'sinde, İmâm Gazâlî İhyâ'sında, Beyhakî Medhal'inde, İmâm Suyûtî Miftahü'l-Cenne Fi İhticâci bi's-Sünne adlı kitabında, İbn-i Hazm el-İhkâm'ında "sünnet" kavramını çok geniş şekilde anlatmaktadır. 
    İmâm Gazâlî (rh.a); "Nasıl, su; hidrojen ve oksijen adlı iki elementten meydana gelmişse, bu güzel İslâm dîni de iki esastan oluşmuştur. Allah'ın Kitab'ı Kur'ân ve Resûl-i Kibriyâ (s.a.v)'in sünnetleri" demiştir. Cenâb-ı Hakk'ın âyetleri ile Efendimiz'in hayâtı birbirinden ayrılmaz iki parçadır. Zaten Resûlullah (s.a.v) Efendimiz de Vedâ Haccı'nda;
    "Size iki şey bırakıyorum ki onlara sımsıkı sarılırsanız asla sapıtmazsınız. Onlar; Allah'ın Kitab'ı Kur'ân ve benim sünnetimdir." (12) buyurmuştur.
    Tevhid; "Lâ İlâhe İllallah" ve "Muhammedün Resûllullah" sözünden ibârettir. Tevhidde bu iki ifâde birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Ayrılırsa, yani sadece "La İlâhe İllallah" veya yalnız "Muhammedün Resûlullah" denilirse bu, tevhîdi ifade etmez.
    Nasıl ki bir kişi "Lâ İlâhe İllallah" sözüne "Muhammedün Resûlullah" sözünü eklemediği müddetçe îman dairesine giremezse, Kur'ân'daki emirler de Resûlullah (s.a.v.)'in sünnetiyle birleşmediği müddetçe İslâm dîni oluşmaz.
    İşte Resûlullah (s.a.v) Allah'ın emir ve nehiylerini bizâtihî kendi sünnetleriyle de tatbik etmiş ve İslâm dînini oluşturmuştur. Görüldüğü gibi, nasıl ki kelime-i tevhid ayrılmıyorsa, İslâm dîni de Kur'ân ve sünnetle ayrılmaz bir yapı ortaya koymuştur.
***

    Resûlullah (s.a.v) Efendimiz'in üç ana görevi vardır: 
    1-Tebliğ, 
    2-Âyetlerin îzâhı, 
    3-Kur'ân'daki emirlerin bizâtihî tatbiki. Buradaki emirlerin tatbikini ümmet, Allah Resûlü gibi (o'nun yaptığı şekilde) yapmazsa din meydana gelmez. Hatta İbn-i Hazm bir fetvasında;"Sünneti Kur'ân'dan ayırmak küfürdür." (13) demiştir.
    Cenâb-ı Hak, Habîb'inin boş konuşmadığını şu âyeti kerîmede;"O hevâsından konuşmaz. O'nun konuştuğu ancak vahiydir." (14) buyurarak ifâde etmiştir. 
    Efendimiz (s.a.v)'e ittibâyı yine Cenâb-ı Allah bize bizzat mecbur kılmış, bu mânâda şu âyeti buyurmuştur:
    "De ki ey Habîbim! Eğer, Allah (c.c)'ı seviyorsanız bana tâbî olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." (15)
    Başka bir âyette ise; 
    "O, ne getirirse alın, neyi nehyederse de ondan sakının." (7) buyurmuştur. 
    Yâni sözün özü; bir müslüman her hâlükârda Resûlullah (s.a.v) Efendimiz'in getirdiklerine muhtaçtır. O'nun sünnetlerine ittibâ olmadan ne farzları, ne de vacibleri yapamaz, Allah'ı sevemez, Allah'a itaat de edemez. Dolayısıyla anlaşılıyor ki bu âyette "Hikmet"ten murad "Sünnet"tir.

 

"BİLMEDİKLERİNİZ" İFÂDESİ ve LEDÜNNÎ İLİMLER

    Bakara Sûresi'nin 151. âyetinde yer alan üçüncü kavram "Bilmedikleriniz"dir. Bunu açıklayacak olursak; bu tabirin Kitâb ve hikmet (sünnet)'ten farklı olarak, herkese bahşedilmeyen "gizli ilimler" olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Allah Teâlâ'nın Lokman (a.s)'a bitkilerin dilinden anlamayı ve onların ilaç olarak kullanılmasını öğretmesi, ona gizli ilim vermesidir. Bu da gizli ilimler kapsamındadır. Kur'ân'da bildirilen ilim de "Gizli İlim"dir. Hz. Hızır (a.s)'la Hz. Mûsâ (a.s) arasında geçen ve Kehf Sûresi'nde bildirilen hâdisede Hz. Hızır (a.s)'ın sahip olduğu ilim de gizili ilimdir.
    Zîrâ Cenab-ı Hakk:"Biz ona kendi katımızdan bir ilim verdik." (17) buyuruyor.
    Buradaki ilim Bakara Sûresi 151. âyetinde işaret edilen gizli ilimdir. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.v)'e de Allah Teâlâ gizli ilimler öğretmiştir. Resûl-i Ekrem de bunlardan bir kısmını bazı sahâbîlerine öğretmiştir. Bu meyanda Ebû Hüreyre (r.a) şöyle buyurmuştur:
    "Ben Resûlullah (s.a.v)'den iki kap dolusu ilim belledim. Biri muamelat ilmidir. Bunu aranızda yayıyorum. Öbürünü ise açıklayacak olsam, boğazımı keserdiniz."
    Bu ifadeden anlaşılıyor ki Resûl-i Ekrem (s.a.v) Allah Teâlâ'nın lutfettiği bu gizli ilimi bir kısım sahâbesine tâlim buyurmuştur.

***
    Özetleyecek olursak; ledünnî tefsirini yaptığımız Bakara Sûresi'nin 151. âyetinde üç temel kavram zikredilmektedir. Bu kavramlardan "Kitâb"la kastedilen; "Kur'ân-ı Kerîm'dir." "Hikmet"le kastedilen ise Resûl-i Ekrem (s.a.v)'in "Sünnet-i Seniyyeleri"dir. "Bilmedikleriniz" tabirinden kasıt da "gizli ilimler"dir.
    Güzellikler Rabbimizden, hatâ ve kusurlar ise nefsimizdendir.
Vallahu a'lemu bi-murâdihî...
Ve's-selâmu alâ men ittebea'l-hüdâ.

_________
1) Bakara/151. 2) İsrâ/39. 3) Ebû Dâvûd/Sünnet; Tirmizî/İlim; İbn-i Mâce/Mukaddime. 4) Ebû Dâvûd. 5) Kevser/2. 6) A'râf/31. 7) Buhârî; Müslim; Ebû Dâvûd; Tirmizî. 8) Buhârî'den, Mültekâ-I, Namaz bahsi. 9) Mâide/37. 10) Neseî, Ahmed b. Hanbel/Müsned. 11) Haşr/7. 12) Muvatta/Kader. 13) İbn-i Hazm, el-İhkâm-I, s. 214. 14) Necm/3-4. 15) Âl-i İmrân/31. 16) Haşr/7. 17) Kehf: 65.

 

Alıntı:http://www.farukinet.com/tefsir4.asp

Yorum ekle

Ziyaretçi Sayacı

Bugün 210

Dün 406

Bu Hafta 1007

Bu Ay 2352

Tümü 3671024

Facebook Login

Üye Girişi

Mesaj Kutusu

Giriş yapmamışsınız.

Kimler Çevrimiçi

176 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Son Kullanıcılar

  • Nfejdekofhofjwdoe jirekdwjfreohogjkerwkrj rekwlrkfekjgoperrkfoek ojeopkfwkferjgiejfwk okfepjfgrihgoi
  • RobertDop
  • bkobend
  • CesarGon
  • LarryCon

Erbaa Namaz Vakitleri

Erbaa Hava

ERBAA

İstatistikler

Kullanıcılar
5626
Makaleler
797
Makale Görünüm Sayısı
3473229

Sayfa Alt Bilgisi

Telif Hakkı © 2024 Open Source Matters. Tüm Hakları Saklıdır.
Joomla!, GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan özgür bir yazılımdır.



Copyright © 2024 Erbaalı İrfan Aydın Rights Reserved.